4 Ekim 2009 Pazar

riya mı nezaket mi 9

Apartman komşularımdan biri vefat etti. Allah rahmet eylesin. Ölenin arkasından konuşulmaz biliyorum ama düşünülmez de değildir herhalde.
Bu benim komşum, 6 yıl öncesine kadar eşi ve oğluyla birlikte yaşıyordu. 6 yıl önce bilmediğim ve merak da etmediğim bir sebeple eşini evden uzaklaştırdı. Daha sonra da boşandıklarını, mallarını paylaşıp yollarını ayırdıklarını duydum.
Oğlu ile birlikte sürdürdükleri yaşamlarına bilahare yeni bir hanım katıldı.
Bu hanım, gerek kendi kişiliği ve tutumları dolayısıyla, gerekse lanse ediliş tarzıyla, çevrede olumlu bir izlenim bırakmayı başarmış, benimsenmişti.
Neredeyse 6 yıldır sürdürdükleri birlikte yaşamlarından dışarıya yansıyanlar, mutlu ve huzurlu olduklarına işaret ediyordu.
Kısa zaman önce, yaşamları bir akciğer kanseri ile yepyeni bir boyut kazandı. Hasta-hemşire rolleri de yaşadıkları diğer sosyal roller arasındaki yerini aldı.
Hastane günlerinde, gönülden bir yardımcı, emeğini hiç esirgemeyen şefkatli bir destekçi, hastalığın sağalması için biz komşularının dualarını istemek de dahil olmak üzere her çareye başvuran bir çözüm arayıcısıydı.
Günlerden bir gün öğrendim ki, komşum, kendisini şefkatle sarmalayan iyileşmesi için elinden geleni yapan bu kadını kovmuş ve son günlerinde yanında olması için, boşandığı eski karısını davet etmişti.
Doğrusu biraz şaşırdım ama, son günleri, aile birliği tablosu oluşturarak geçirmelerinin iyi birşey olduğuna kendimi inandırmaya çalışmaktan da geri durmadım.
Ta ki bugün taziyet ziyaretine gittiğimde, 6 yıl önce boşandığı, eski eşinin vefatı dolayısıyla çılgın gözyaşlarına boğulan kadını görünceye kadar...

8 Eylül 2009 Salı

RİYA MI NEZAKET Mİ 8

Yıllar önceydi. Uzak bir hanım akrabamızın eşi vefat etti. Anne-babamı temsilen ben katıldım cenaze sürecine. Vefat eden, çok olmasa da rahat bir hayat yaşatmıştı eşine ve kızına. Eşin kendisi de zaten, -yani benim akrabam- boşanma davalarına bakan, tercih edilen bir avukattı. 17 yaşındaki kızları özel liselerden birinde öğrenim görüyordu.
Cenaze evinin hüzünlü sükunetini sık sık ve sadece eşin feryadı bozuyordu. Diğer yakınlar durumu kabullenmişler, saygılı bir sessizlikle duaları dinliyorlardı. Çocuklar ise, cenaze evinin kızı da dahil olmak üzere, derslerinin ve/ya oyunlarının başına dönmüşlerdi.
Eş'in dualara karışan feryadı içinde şu çümleler seçiliyordu: " Ah Mehmet'im ah, nasıl da erken gittin. Bir 5 yıl daha yaşayamadın. Sadece 5 yıl. O zaman herşey yerli yerine oturacaktı. Bütün ihtiyacımız 5 yıldı."
Bu laflar o gün beynime adamakıllı kazındı. Çok üzülmüştüm, bir akrabamın, eşinin kaybına üzülmek yerine, kendi sorumluluklarının artmasına hayıflandığını görmek beni çok üzmüştü. Bu akrabamı birdaha hiç görmedim ama karşılaştığım hemen her vefatta, vefat edenin yakınlarının tutumlarını gözledim ve maalesef benim bu akrabama benzer tutumlar içinde olduklarını gördüm. Ağıt yakarken kullanılan sözler hep ya "beni bırakıp nerelere gittin" veya "ben sensiz ne yapacağım" şeklinde. Ya da bunların benzerleri. İnsanlar çoğu kez bir yakınlarını kaybedince, giden için üzülmekten ziyade, kendi yaşamlarında olacak değişiklikler veya kaybettikleri maddi-manevi imkanlar için üzülüyorlar.
Çoğu kez diyorum, çünkü kaybı için koşulsuz elem duyanı da neyse ki gördüm ve sonsuz saygı duydum. Vefat eden için, daha yaşayabileceği güzellikleri yaşayamadan uzaklaştığı için üzüleni, vefat edene sunmak istediği iyilikleri henüz sunamadan uzaklaştığı için üzüleni gördüm. En önemlisi iki tutum arasındaki farkları gördüm.
Dilerim yakınlarının vefatı karşısında "koşulsuz elem" duyanların sayısı çok çok artar.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

RİYA MI - NEZAKET Mİ 7

Kısacık bir tatile gittik çocuklarla. Tatil demek doğru değil pek. Daha ziyade annemleri ziyaret etmekti maksadımız. Zaten çocuklara da çocuk demek doğru değil, 30'u geçeli iki yıl geçti. Neyse, güzel güzel hafta sonumuzu geçirip bindik otobüsümüze geliyoruz. İlk seyahatlerinden bu yana olduğu gibi, iki çocuk yanyana otudular. Artık eskisi gibi cam kenarında oturma kavgası yapmıyorlar. Kızım son yıllarda geleneksel yapıya uygun olarak kardeşinin cam kenarında oturmasına razı oluyor.
Üçlü sohbetimiz, bizi havadan sudan derken bir arkadaşımızın liseye başlayacak çocuğu üzerinden milli eğitimdeki değişikliklere getirdi. Getirdi ama, bilgilerimiz yetersiz olduğu için kimler anadolu lisesine, kimler meslek lisesine gidecek, bizim delikanlı özel okula mı gitse daha iyi olur, özel hocayla mı çalışsa diye filan, konuşup duruyoruz.
Bu milli eğitim konuşması, ön sırada liseye başlayacak oğluyla birlikte seyahat eden bir hanımın sohbetimize katılmasına neden oldu. Çocuğu tam liseye başlama döneminde olduğu için olsa gerek, konuyu çok detaylı biliyordu ve bizi adamakıllı bilgilendirdi. Doğrusu, hem bilgilerini hem de bu bilgileri bize aktarışını çok takdir ettik, hatta bunu kendisine de ifade ettik. Ne kadar güzel genç annelerin çocuklarının karşılaşacağı sorunlara karşı böyle donanım kazanıp mücadele etmeye, çözüm üretmeye hazır olması.
Yolun sonuna yaklaştığımızda, genç anne, çocuğunun eşyalarını topluyor, sonra çantasından pembe çiçekli eşarbını çıkarıyor, itinayla sarı röfleli saçlarını toplayıp eşarbının içine saklıyor, kolsuz tişörtünün üzerine bir ceket giyiyor ve inmeye hazırlanıyor.
Bu arada yol bitiyor, herkes birbirine ve şoföre iyi günler dileyerek vedalaşıyor. Yol arkadaşımızla da vedalaşabilir miyiz acaba? Fakat hayır o artık çocuğunun elinden tutmuş, otobüsteki hayatını tamamen geride bırakmış, arkasını dönmüş, başka bir yöne yürüyor...

18 Ağustos 2009 Salı

RİYA MI NEZAKET Mİ 6

Kaç gündür görümcemle birlikteyiz. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. Özlemiştim adamakıllı. Bayılırım zaten güvenli arkadaşlığa imkan veren yapmacıksız, açık seçik, dürüst tutumlarına.
Telefon faturaları gelmiş, baktık sıra sıra kimlerle kaç dakika konuşmuşuz diye. En uzun konuşmalar kendi aramızda. anne-baba- çocuklar.
Görümcem dedi ki, "hiç sevmem telefonla uzun konuşmayı. Telefonu bir sohbet aracı olarak değil bir haberleşme aracı olarak kullanmaktan yanayım, ama herzaman mümkün olmuyor konuşmayı istediğin sürede bitirmek. Bazen karşı taraf uzattıkça uzatıyor lafı. Benim var öyle telefonla konuşurken kulağımı yoran bir iki arkadaşım. Gerçi kolayını buldum. Laf uzayınca sessizce sokak kapısının dışına çıkıp zili çalıyorum, - A hoşgeldin, memnun oldum -vs. bir iki cümleden sonra telefondakinden -misafir geldi, kusura bakma sonra görüşürüz- diye özür dileyip telefonu kapatıyorum.

YARIM KALAN "DÜNYA ÇOK KÜÇÜK"ÜN DEVAMI

"İkimiz de kendimize güvenmiyoruz; ben hafızama güvenmiyorum, ikaz etmeyi unutmaktan korkuyorum, O da dikkatine güvenmiyor, beni takip edemeyeceğini düşünüp başkasından da yardım istiyor".
Yanımdaki hanımefendi, tebessümünü sınırlamaya ihtiyaç duymadan:
"O sizi takip edemez, gözleri görmüyor" dedi.

(bu olayı yaşadığım gün yamıştım ama yayınlayamamıştım. Meğer hepsini kayda da alamamışım. böyle çift parçalı oldu.)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

DÜNYA ÇOK KÜÇÜK

Bir yıldan biraz uzun zamandır kızımla birlikte Etiler SGK Huzurevinde gönüllü dans dersleri veriyorum. Çok keyifli bir grup oluşturduk. Öğrenciler dansa ne kadar tiryaki oldularsa biz de onlara öyle tiryaki olduk. Bugün yine eğlenceli, hoş sohbetli bir ders yaptıktan sonra çıktım huzurevinden. Bugün yalnızdım. Kapının önüde bir otobüs durağı var. Tam ben çıkarken bir otobüs geldi, atladım içine ve şoförün arkasındaki sıraya oturuverdim hemen. Yanımdaki kotukta da bir hanım oturuyordu. Arka sıradan telefonla konuşan genç bir erkek sesi geliyordu. Konuşmalar bir randevu belirlemek üzerineydi ve randevu yeri Mecidiyeköy metrobüs durağının önüydü.

Telefonla konuşmasını tamamlayan kişi, siz nereye gidiyorsunuz diyerek sırtıma dokundu. "Mecidiyeköy'e" dedim. O, devamla, "mezarlığı biliyor musunuz, ben onun karşısındaki metrobüs durağına gideceğim, bu otobüs oradan geçiyor mu?" diye sordu.

Ben buna karşılık,"otbüs oradan geçip gidiyor, gitmek istediğiniz yerde durak yok, siz de Mecidiyeköy'de inip yürümelisiniz" dedim.

Ama bu lafları söylerken zaten sakat boynumu arkaya da döndürmedim. Ne de olsa, ben onun sesini duyduğuma göre, O da benim sesimi duyuyor olmalıydı.

Buna karşılık, "Mecidiyeköy'e geldiğimizde beni ikaz eder misiniz" diye ricada bulundu.

Ben de herhengi bir yanlışlığa meydan vermemek için "beni böyle bir sorumluluk altında bırakmayın, sizi ikaz etmeyi unutabilirim, beni takip edin, indiğim yerde inersiniz, ben de nasıl olsa Mecidiyeköye gidiyorum" dedim.

Arkadan zayıf bir peki ile müstehzi bir tebessüm sesi geldi, Bir dakika sonra da bir başkasına,(muhtemelen yanında oturan kişiye) "beni lütfen Mecidiyeköy'e gelince ikaz eder misiniz" dedi.

Bu kez yanımdaki hanımın tebessüm ettiğini farkettim ve bir açıklama yapmayı gerekli gördüm. Dedim ki:"

30 Temmuz 2009 Perşembe

RİYA MI NEZAKET Mİ 5

Annemin kızkardeşleri modacıydı. Çocukluk yıllarımda durmadan elbiseler dikerlerdi bana. Artan kumaşlardan, yetmezse birbirine ekleyerek, işleyerek, süsleyerek hergün yeni birşey giydirirlerdi. Ben büyüyüp onların ölçülerine yaklaştıkça, bana dikmekten vazgeçtiler, kendi giysilerini vermeye başladılar. Çok özeneceğim şeyler dikiyorlar ve bir-iki defadan fazla giymiyorlardı. Böylece çok zengin bir gardroba sahip olarak genç kızlığımı geçirdim. Sonraki yıllarda, ben tüm gelirimi çocuklarımın eğitim ve öğrenimi için harcamak isterken de, çok sevgili bir arkadaşım, bir-iki giydiği giysilerini bana veriyor, hatta üstümde görüp yeniden beğenip geri aldığı bile oluyordu. Bu giysi alış verişi işini bir oyuna çevirmiştik, aklımıza giysilerin kimin olduğu, kimin giydiği ile ilgili en küçük bir uygunsuz düşünce gelmiyordu. İlerleyen zamanlarda, beden ölçüleri bana uyan, ruh ölçüleri de uyan bir iş arkadaşım oldu. Bu kez benim gardrobumu ona aktarmaya başladık. İş arkadaşım çok gençti, ailesi anadoluda bulunuyordu, kendisi ise burada teyzesi ile birlikte yaşıyordu. Herhalde, teyzesi de ona kendi giysilerinden vermiş ve arkadaşımın benim verdiğim giysileri kullandığı,buna karşılık kendisinin verdiği giysileri hiç kullanmadığı dikkatini çekmiş. Bir konuşmalarında, sitemkar bir şekilde, "benim verdiklerimi giymezsin ama başkasının verdiklerini giyersin" diye çıkışmış. Buna karşılık arkadaşımın verdiği cevap yıllardır gözardı etmediğim bir yol gösterici ve benden eğitim alan herkese aktarmaya çalıştığım bir değer. Arkadaşım teyzesine; " O'nun verdikleri kendi giydiği giysiler. Bana vermese giymeye devam edecek. Sadece bana yakışacağını düşündüğü, beni memnun edeceğini düşündüğü şeyleri bana veriyor; oysa sen, artık giymek istemediğin demode bulduğun ve atmak istediğin şeyleri veriyorsun. Senin beğenmediğin eski giysilerini ben de beğenmiyorum, seni kırmamak için alıyorum ama giymiyorum".

10 Temmuz 2009 Cuma

RİYA MI NEZAKET Mİ 4

İki arkadaşım var. İkisi birbirini benden çok daha önceden tanıyorlar; yakınlar.
Erkek, metalik N 95 bir nokia telefon kullanıyor. Telefonundan memnun. Ama memnuniyetinin sebebi telefonun tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir model olmasından ziyade, piyasadaki diğerlerine göre daha üst bir model olması. Nokia N 95'in bir de 8 gb.lik daha kapasiteli siyah modeli olmasa, telefonunu daha da sevecek ve onunla daha da gururlanacak...
Telefonunu kıza gösterip çeşitli fotoğraflarını çektiği bir gün, O da, böyle güzel fotoğraf çeken bir telefona sahip olmaktan hoşlanacağını söylemiş. Günler günleri kovalamış, erkeğin gözü hep o siyah N95 model telefonda ama 2. el satış fiyatı bile 750-800 liranın altına bir türlü düşmediği, kendi kullandığı metalik N95'e ise telefoncular 400 liradan daha yüksek bir fiyat vermedikleri için herkes mutlu mutlu kendi telefonunu kullanıp duruyor. Bir gün bir telefoncuda acilen satılmak istenen bir 8GB siyah N95 telefona rastlıyor ki, henüz garanti süresi bile dolmamış ve 650 lira. Telefonu almayı çok istiyor, fakat kendininkini satmadan alamaz, bu durumda kızı arıyor ve diyor ki, "sen benim telefonumdan istiyordun ya, benimki biliyorsun tertemiz, çok dikkatli kullandım. Yeni gibi. Bu telefonu sana 650 liraya verebilirim... Kızın da telefonun gerçekten yeni gibi olduğundan yana bir endişesi yok, Yenisinin satış fiyatının 650 liranın üstünde olduğunu biliyor, ve 2. el fiyatlarını öğrenmeyi hiç aklına getirmeden 650 lirayı verip metalik telefonu alıyor. Alan memnun, satan da memnun, çünkü o da cebinden hiç fazladan para çıkmadan kendi telefonunu sattığı fiyata o en istediği daha yüksek model telefonu almış oldu.
Burada memnun olmayan birtek benim. Telefonlarla hiç alakam yok, ama umurumda olan arkadaşlık. Gönlüm istiyor ki, erkek telefonunu kıza teklif ederken, "bu telefonun 2. el satış fiyatı 400 lira, ben çok itinayla kullandım ama, biliyorsun satarken bunun önemi yok. Ben şimdi almayı çok istediğim telefonu 650 liraya buldum, bunu kaçırmak istemiyorum. sen benim telefonumu almak istersen kaç lira verebilirsin" desin, kıza da buna karşılık,
1- madem 2. el satışı 400 lira, ben de onu verebilirim",
2-"Senin telefonunu nasıl özenle kullandığını biliyorum, ben sana 500 lira vereyim.",
3- "Senin telefonun yep yenidir. Madem almak istediğin 650 lira, ben sana 650 lira vereyim, sen telefonunu al, ben de yenisini alsam zaten 800 lira vereceğim telefonu 650 liraya almış olayım." ya da başka birşey söyleme imkanı olsun.
Bu olay iki arkadaşımın arkadaşlıkları arasında hiçbir zedelenmeye sebep olmayacak elbette ki, ama benim nezdimde, eski telefonunu arkadaşına piyasa değerinin üstünde bir rakamla satan ve bundan kendisi için avantaj sağlayan arkadaşım biraz güven kaybına uğradı doğrusu. Benzer bir teklifle karşılaşsam, aklıma acaba nerede istismar ediliyorum diye gelecek.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

RİYA MI NEZAKET Mİ 3

Önceki akşam bir öğrencimin düğünü vardı. Kuruçeşme divan'da. Davetlilerin hemen hepsinin birbirini tanıdığı sıcak, eğlenceli düğünlerden biri.
İlerleyen saatlerde, fotoğraf ekibi o ana kadar çektiği fotoğrafları ait olduğu misafirlere satmak üzere faaliyete geçti. İşte içimde tutmak istemediğim, güzelim düğüne yakışmayan olaya bu sırada şahit oldum.
Fotoğrafçı, bizim masada oturan bir çifte tek fotoğraflarını gösterdi. Fotoğraf, düğünün daha en başında, karşılama sırasında çekilmişti; kendilerini ve düğün sahibini keyifle poz vermiş olarak boydan gösteriyordu.
Bayan fotoğrafı beğenmişti, fiyatını sordu, 15 lira. "Hepimiz güzel çıkmışız bu fotoğrafı alalım" dedi alçak sesle. Eşinin para çıkarmasını beklerken erkek, o sırada yan masadaki dostlarıyla sohbet etmekte olan düğün sahibini işaret ederek "bu fotoğrafın çekilmesini şu beyefendi istemişti, ona verin"dedi. Buna karşılık fotoğrafçı, "beyefendi, gösterdiğiniz kişi düğün sahibi, biz zaten bütün fotoğraflardan kendisine birer adet vereceğiz"deyince masada önce soğuk bir hava esti, masadaki diğerleri hafifçe gülümsedi, kadıncağız bize karşı eşinin bu tutumunun kendisini utandırdığını hissettiren bir ifadeyle çevresindekilere baktı. Önceden hiç tanışmamamıza rağmen ben bile kadının yüzüne, yüzümde "sizi anlıyorum ve sıkıntınızı paylaşıyorum. Üzülmeyin, hepimiz bazen bizi üzecek böyle hatalarla karşılaşabiliyoruz. Sizi daha önceden tanısaydım, neredeyse resmi ben satın alıp size hediye edecektim" ifadesiyle baktım.
Kadıncağız da, tanımadığı, evlenenlerin düğün dansı hocası olarak özel bir ihtimam gören benden özellikle etkilenerek "Ben bu fotoğrafı alayım çok güzel çıkmışız !" dedi, çantasından parasını çıkarıp verdi, resmi aldı ve masadaki hepimize de teker teker gösterip teyitlerimizi aldı.
Ben ne diyeyim, olay kendini anlatıyor. Keşke ilk 15 liranın değerinden büyük iş yapma imkanı olsaydı.

28 Haziran 2009 Pazar

RİYA MI - NEZAKET Mİ

Çocuktum, ufacıktım, annem, kendisiyle ve babamla konuşurken de diğer büyüklerle olduğu gibi “siz” demem gerektiğini öğütleyip duruyordu. Bana da çok garip geliyordu, mesela “anneciğim sizi çok seviyorum” diyerek annemin boynuna sarılmak. Bu resmi ifade tarzını biraz uzaklaştırıcı buluyordum.
Oysa annem, kanuni bir akrabamızı örnek göstererek bırak ebeveyn-çocuk arasındaki konuşmaları, kardeşler arasında bile bu sizli bizli konuşmanın birbirlerine duydukları saygıyı ortaya koyduğunu söylüyordu.
Ben de özeniyordum doğrusu, gayret de gösteriyordum konuşmalarıma ve davranışlarıma beni daha saygılı, daha nazik yapacak imgeler katmaya.
Günlerden bir gün , benimle akran kızlarıyla annesinin nezaretinde “yüksek sesle okuma” talimi yapıyorduk. Elimizde birer hikaye kitabı vardı, Bir paragraf O okuyor ben takip ediyordum, Sonra bir paragraf ben okuyordum, o takip ediyordu. Annenin de elinde bir kitap vardı. Okumamızı bölüp yanlışlarımızı düzeltmiyordu ama biz ondan çekinerek, çok dikkatli okuyorduk, dikkatli takip ediyorduk ve hiç ara vermiyorduk.
Bir ara, okuma kesildi, kızcağızın o anda okumakta olduğu cümlenin içinde “eşek” sözcüğü vardı. Zavallı kız, muhtemelen kendisine daha önce öğütlenmiş olduğu gibi bu "kaba!" sözcüğü telaffuz etmeyecekti ama, kitapta da yazmışlardı; ne yapacağını bilemeyerek duraksamıştı.
Annesi önce kızının ne yapacağını merak eder bir ilgiyle başını kitabından kaldırıp kızına baktı; kızın endişeyle kendisine bakan gözlerinde “okumak istiyorum ama burada (eşek) yazıyor” ifadesini gördü ve kızına yardımcı oldu: “(Merkep) yazıyor ya kızım, okumaya devam etsene.”

25 Haziran 2009 Perşembe

BENCİL BEKLENTİLER

Çok sevdiğim bir arkadaşım vefat etti. Çok çok üzüldüm. Üzüntüm, O'nu benim kadar sevdiğini bildiğim ortak arkadaşlarımızla paylaşınca büyüyecekti, derinleşecekti elbette, bunu bekliyordum; ama bu paylaşımlar sırasında farklı bir duygu:"şaşkınlık" yaşadım ki, hiç beklemediğim bu duyguyu nasıl yaşadığımı mutlaka kaydetmek istiyorum.
Ölen arkadaşımın uzun yıllar, yani neredeyse 15 yıl birlikte olduğu bir kız arkadaşı vardı. O da elbette benim için sevgili bir arkadaş.
Bu ikisi, inişli çıkışlı, eğlenceli dertli, hüzünlü sevinçli, ... anları paylaştılar. Kız sistemci, erkek maceracıydı, ilişki 15 yıldan sonra eski düzensiz düzeninde devam edemedi.
Ama yıllar içinde birbirlerine o derece yakınlaşmışlardı ki, -hatta yalnız birbirleri ile değil aileleri ile de-; ayrılmış olmalarına ve farklı kentlerde yaşamaya başlamalarına rağmen birbirlerine tamamen küsmemişler, bağlantılarını sürdürmüşlerdi. Hiçbiri yeni bir ilişki içine girmemişti.
Erkeğin vefatını ortak bir çocukluk arkadaşımız haber verdi. Aynı kentte yaşıyorlardı ve vefat henüz gerçekleşmişti.
Eski kız arkaşının haberi var mıydı acaba? Mutlaka cenaze merasimine katılmak ister, veya imkan yoksa erkeğin ailesinin acısını paylaşırdı.
Ben de kendisine taziyet bildirmek ve O'nun acısını paylaşmak istiyordum.
Telefon ettim. Ağzından şu sözler döküldü: "A, demek o yüzden babamın cenazesine gelmedi."
Ben ne diyorum, sen ne diyorsun demek geldi içimden, daha şaşkınlığımı atamadan "geçen hafta da babamı kaybettik, ben de neden cenazeye gelmedi diyordum" dedi.
Kendi kendime, demek babasının acısı da çok taze ve derin, eski erkek arkadaşıyla paylaşmayı arzu etmiş ve paylaşamayınca üzülmüş deyip konuyu kapattım.
1 saat sonra tekrar aradığında, tamam şimdi gerçeğe döndü, cenaze zamanını , yerini vb. soracak diyordum ki, O yine, vefat tam ne zaman? dün mü! e, o halde neden babamın cenazesine gelmedi? allahallah ben de çok merak etmiştim, mutkaka gelir diyordum, demek ölmüş de onun için gelememiş gibi ifadelerle beni şaşırtmaya devam etti.
Şimdi ben ne diyeyim? madem bu kadar bencilsin, ölümünü bile senin beklentilerini karşılamasına engel olan sıradan bir olay olarak gördüğün biriyle, 35-50 arasındaki en önemli yıllarını nasıl geçirdin? Eğer ilişki senin istediğin gibi evlilikle sürseydi şimdi kocan ölmüş olacaktı.
Yanlış düşünüyorsam, ki inşallah; sana nasıl soracağım da, seni anlayacağım? Soramazsam, bu konunun bu haliyle kalması hoşuma gitmeyecek. başka birşey eklemek istemiyorum. Zaten bu konu riya/nezaket konusunun yerini kaptı.

22 Haziran 2009 Pazartesi

"RİYA"MI - "NEZAKET" Mİ?

Çocuklarım küçüktü henüz. Hani çocuklara hiç yalan söylememelerini öğretmeye çalıştığımız, onların da muhtemelen "zaten yalan söylemek neden gereksin ki" diye düşünecekleri kadar küçük.
Annemlerin yazlık evinde tatildeydik.
Bir sabah uyandığımda çocukları alışkın olmadığım bir halde buldum: ağlamıyorlardı, aksine çok suskunlardı ve bütün vücutları adeta hüzünle kaplanmıştı.
Neden bu halde olduklarını hiç anlayamadım ve anlatmalarını istedim.
Biri alçak sesle ve başı önünde "bizim anneannemiz yalancı" dedi.
Annemin çocuklara söyleyebilecekleri yalan örnekleri aklımdan geçti art arda, rafadan pişirdim dediği yumurta katı pişmiş olabilirdi, gece uyuturken, yarın sizi denize götüreceğim deyip sabah havayı rüzgarlı bulmuş olabilirdi bunun gibi şeyler. Fakat çocuklar çözülüp de anlatınca konunun çok farklı ve çok önemli bir boyutta olduğunu gördüm. Şimdi anlatılanlarla ilgili yorumlarımı kaydediyorum.
Zavallı çocukların dünyası kararmıştı ve anneannelerini gerçekten yalancı zannediyorlardı.
Annem sabahleyin şiddetli bir baş ağrısı ile kalkmıştı yatağından, daha kahvaltı bile etmeden ilaçlara sarılmış, bir tülbenti alnını sarmalayacak şekilde başının arkasında bağlayıp ağrıyı sıkıştırmıştı ama ağrının şiddeti o kadar yüksekti ki, ne ilaç, ne sargı ahlayıp oflamasına, çocuklara ses çıkarmayın demesine engel olamıyordu.
Çocuklar da yaramazlık tanımına girdiğini öğrendikleri şeyleri yapmamaya çalışarak anneannelerine destek olmaya çalışıyorlardı.
Birden kapı çaldı. Annem kapıya doğru giderken hedef kazanan adımları,başını tutup ah of diyerek evin içinde iki yana sallanarak yürümesine göre hız kazanmıştı. Çocuklar bunu gördüler. Anneannenin vücu dilinde bir yalan yakaladılar. Annem henüz kapıyı açmadan önce başındaki çatkıyı sıyırıp kapının arkasındaki askıya taktı. Çocuklar bunu da gördü ve 2. yalanı harekette yakaladılar. Kapıyı açtı, üstkattaki komşusu vardı karşısında, a, ayşe hanım hoşgeldin, buyur bir kahve içelim dedi. Ses tonu bir misafiri davet eden tonda olmalıydı, baş ağrılı, ah'la karışık bir tonda olamazdı. Çocuklar 3. yalanı seste yakaladılar. Misafir içeri geldi kahve içti sohbet etti, annem tüm nezaketi ile ağrısını belli etmemeye çalışarak misafirini ağırladı ve çocukların bu davranışı da yalan olarak algılayıp kendisine olan güvenlerinin bir parça eksileceği hiç aklına bile gelmedi. Çünkü O'nun öğrendiği ve yıllar boyunca uyguladığı, sıkıntılarını dış dünyaya yansıtmamak gerektiği idi, hatta ona "Kan içsen, kızılcık şerbeti içtim diyeceksin" diye öğretmişlerdi. Oysa çocuklar için bir an önce acısından ölecekmiş gibi gördükleri aneannelerinin birden iyileşip misafiriyle sohbet eden bir evsahibesine dönüşmesi biraz fazla olmuştu. Yalan söylemek-söylememek konusundaki şemaları karışmış, anneanneleri hakkındaki şemaları da ayrıca biraz karışmıştı.

21 Haziran 2009 Pazar

DANS SEVER MİSİNİZ?

Çok sevgili bir tango severle konuşuyorduk geçenlerde. Tangoya sevgisi içten. Biraz gayret, biraz özen; belli, hayatının vazgeçilmezleri arasına girecek tango. Çok istekli ama, hani o başlangıç dönemlerinde bütün bayanların yakındığı “takip etme zorluğu” yok mu…

“Başkasının dediği adımı atmam isteniyor” diyor. “öyle zor ki; dansetmek kendi kararım!.. Bana çok zevk vereceğini düşündüğüm bu hobiyi, ben, bizzat kendim karar vererek seçtim, ama uygularken hem bir başkasının tercihlerine ve talimatlarına göre hareket etmem isteniyor hem de bu talimatları hissetmem bekleniyor.